Doç. Dr. Savaş Eğilmez, henüz çevre bilinci kavramının olmadığı dönemlerde bile Türklerin doğaya büyük bir özenle yaklaştıklarını vurgulayarak, "Yaşadıkları her coğrafyada tabiatı korumayı görev bilmişlerdir. Türklerde ağaç kültü, kökeni çok eskiye dayanan, doğayla derin bağlara sahip bir inanç sisteminin ve dünya görüşünün önemli bir parçasıdır. İslamiyet öncesi Türk topluluklarında merkezi bir yer tutmuştur. Bu kült, sadece doğaya saygı değil, aynı zamanda kutsallık, atalarla iletişim ve evrenin düzeniyle ilgili kozmolojik bir anlayışı da barındırır. Yine Türk kültüründeki hayat ağacı ki bunun kayın ağacı olduğu da ifade edilir, Türk dini ve sosyal hayatında da çok önemli yer tutar. Öyle ki Türkler yerleşik hayata geçtiklerinde de ağaç sevgisini yaşatmış ve hayatlarının önemli bir parçası haline getirmişlerdir. Bu anlayış, sadece bireysel bir hassasiyetle sınırlı kalmamış, zamanla hukuk sistemlerine yansıyarak caydırıcı önlemler hâline gelmiştir. Nitekim çıkar sağlamak amacıyla kasten orman yakanlara dayaktan hapse, tazminattan müebbet kürek cezasına kadar uzanan ağır yaptırımlar uygulanmıştır. Günümüzde, özellikle yaz aylarında artan orman yangınları, sadece doğayı değil, içinde barınan canlı hayatını da tehdit etmektedir. Ne yazık ki bu yangınlarda insanlarımızı da kaybediyoruz. Ancak bu sorun ne bugüne özgüdür ne de çözüm arayışları ilk kez gündeme gelmektedir. Türk tarihinde yangınla mücadeleye yönelik bilinçli yaklaşımlar, Selçuklulardan Osmanlı’ya kadar uzanan köklü bir geçmişe sahiptir" diye konuştu.
Selçuklularda yangın ve tedbirler
Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu dönemlerinde şehir
planlamasının önemli bir yer tuttuğunu dile getiren Eğilmez,
"Ancak yapı malzemelerinin büyük ölçüde ahşap olması, yangın
riskini oldukça artırmaktaydı. Bu dönemde henüz kurumsal bir
itfaiye teşkilatı olmasa da "muhtesip" adı verilen görevliler,
çarşı ve pazarlarda düzeni sağladıkları gibi yangınlara karşı
önlem alma sorumluluğu da taşıyorlardı. Yangınlar genellikle
komşular, esnaf loncaları ve mahalle halkının yardımıyla
söndürülmeye çalışılırdı. Su yolları, kuyular, sarnıçlar ve
şadırvanlar bu müdahalelerde kullanılırdı" dedi.
Selçuklu hukukunda yangın suçları
Selçuklu hukuk sisteminin büyük ölçüde İslam hukuku ve Türk
töresine dayandığını hatırlatan Doç. Dr. Savaş Eğilmez, "Yangına
sebep olan kişinin niyeti, cezanın şekillenmesinde belirleyici
unsurdu. Kasten çıkarılan yangınlar cinayetle eşdeğer sayılır,
fail hakkında kısas, diyet ya da idam cezaları uygulanabilirdi.
Yangın sonucu mal zarar görmüşse, zararın tazmini esastı.
Dikkatsizlik sonucu çıkan yangınlarda ise ceza kadı tarafından
belirlenirdi. Bu ceza hapis, para cezası ya da sürgün
olabiliyordu" şeklinde konuştu.
Osmanlı’da orman yangınları ve hukukî uygulamalar
Osmanlı döneminde de orman yangınlarının sebeplerinin günümüzden
çok farklı olmadığını belirten Eğilmez, sözlerini şöyle
sürdürdü:
"Tarla açmak, arazi kazanmak amacıyla bilinçli olarak ormanların
yakılması sık görülen bir durumdu. Ayrıca ormanda eğlenirken
yakılan ateşler, rastgele atılan sigara izmaritleri ve hatta tren
yolculuklarında dışarı atılan korlar da yangınlara neden
oluyordu. Örneğin; 1902’de tren hattı yakınında atılan bir sigara
500 dönüm ormanı kül etmiş, 1916’da Belgrad Ormanı’nda yolcuların
attığı sigara büyük bir yangına neden olmuştu. 1894’te tren
ateşçilerinin attığı korlar nedeniyle Sinekli ile Çerkezköy
arasında geniş bir ormanlık alan yanmıştı. Yangınları sadece
bireysel ihmaller değil, siyasî amaçlar da tetikleyebiliyordu.
1919’da Rum eşkıyalar, kolluk kuvvetlerini meşgul etmek kasıtlı
yangınlar çıkarmışlardı."
Yangınla mücadelede toplumsal seferberlik
Osmanlı’da yaz aylarında geçici orman korucuları (kolcular)
görevlendirildiğini anlatan Doç. Dr. Savaş Eğilmez, "Yangın
çıktığında askerler, halk, köy muhtarları ve aşiret reisleri
söndürme çalışmalarına katılırdı. Kuru otların temizlenmesi,
ağaçların aralıklı kesilmesi gibi önleyici tedbirler uygulanırdı.
Ayrıca yangın çıkaranların müebbet kürek cezasına çarptırılacağı
halk arasında sık sık hatırlatılırdı. Yangına sebep olanlara
yönelik soruşturmalar titizlikle yürütülür, sorumlular mutlaka
cezalandırılırdı. Buna karşılık yangın söndürmede üstün çaba
gösterenler de madalya ve ödüllerle onurlandırılırdı" dedi.
İtfaiye teşkilatının kurumsallaşması
Osmanlı’da yangınlara karşı ilk kurumsal adım 1714 yılında
atıldığını söyleyen Eğilmez, "Bu tarihte Yeniçeri Ocağı
bünyesinde ilk tulumbacı bölükleri kurulmuştur. İtfaiye
teşkilatının tarihî gelişimi genel hatlarıyla şu dönemlere
ayrılır: Hazırlık Dönemi (1714-1826): Yeniçerilere bağlı ilk
tulumbacılar. Fetret Dönemi (1826-1828): Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasından sonra geçici yerel tulumbacılar. Toparlanma
Dönemi (1828-1874): Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu
içindeki yangıncı birlikler ve belediye teşkilatları. Yükselme
Dönemi (1874-1923): Askeri itfaiye yapılarının gelişimi. Yeniden
Yapılanma (1923-sonrası): Cumhuriyet dönemi modern itfaiye
sistemleri" diye konuştu.
Avrupa’dan gelen hayranlık ve hayret
Türklerin doğaya ve hayvanlara gösterdiği ilginin, Osmanlı’ya
gelen Avrupalı seyyah ve elçileri şaşırttığını belirten Eğilmez,
"Kimileri bu hassasiyeti anlayamayarak 'aşırı' bulmuş, kimileri
ise hayranlıkla aktarmıştır. Örneğin, Osmanlı ordusunda görev
yapan ve Humbaracı Ahmed Paşa adını alan Kont de Bonneval,
hatıratında ağaçların sıcaktan kurumasını önlemek amacıyla onları
her gün sulamak için vakıf kuran Türklerden bahseder" dedi.
Geçmişten günümüze aynı sorumluluk
Doç. Dr. Savaş Eğilmez sözlerini şöyle tamamladı: "Yangınla
mücadele, Türk tarihinin sadece idarî ya da askerî bir meselesi
değil; aynı zamanda kültürel ve ahlâkî bir ödevi olmuştur.
Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e uzanan bu anlayış;
bugün karşı karşıya olduğumuz çevre felaketlerine karşı yeniden
hatırlanmalı ve yaşatılmalıdır. Çünkü tarih bize sadece neleri
başardığımızı değil, nelere duyarlı olduğumuzu da hatırlatır."